Köşe Yazılarım

Rosenhahn’ın Amerika’da akıl ve ruh sağlığı hastalıklarının tedavi edildiği hastanelerde yaptığı çalışmalar ve deneyler psikiyatri camiasında ciddi tartışma ve eleştirilere yol açmıştır. Rosenhahn, tamamen akıl sağlığı yerinde olan bir grup kişiyi, 12 farklı akıl hastanesine yerleştirmiş ve bu kişilerden hasta gibi davranmasını istemiştir. Bu kişiler çeşitli sesler ve halüsinasyonlar gördüklerini ifade etmişlerdir.

Sonuçlar oldukça ilgi çekicidir. Bu kişilere, yatırıldıkları hastanelerde çeşitli psikiyatrik hastalık tanıları konulmuştur (manikdepresif bozukluk, şizofreni vs.). Dolayısıyla bu kişilere hasta muamelesi yapılmıştır. Bu kişiler hastanede yattıktan sonra tamamen normal insanlar gibi davranmalarına rağmen 7 ila 52 gün hastanede tutulmuşlardır. Ayrıca bunlara toplam 2100 tablet ilaç verilmiştir.

Sonrasında yaptığı deneyi hastane yetkililerine anlatan Rosenhahn takip eden günlerde bu şekilde başka sağlıklı kişileri de hastanelere göndereceğini belirtmiş; ancak göndermemiştir. Buna rağmen hastaneler, 193 hasta kabulünden 41’inin gerçek hasta olmadığı sonucuna varmışlardır.

Psikiyatrik tanıların güvenilmezliğini ortaya koyan başka ilginç bir araştırma şöyledir: Bir psikiyatrist gayet sağlıklı bir aktörle yaptığı konuşmayı banda kaydetmiştir. Aktörden kendisini normal, yaşamdan zevk alan ve psikoterapiye merak duyan bir matematikçi gibi tanıtması istenmiştir. Sonrasında bu bant 5 farklı gruba dinletilmiş ve bu gruplardaki kişilere bu şahsın gerçekte psikotik olduğu ve bu durumu da saygın bir uzmanın teyid ettiği söylenmiştir. Bu gruplar şu kişilerden oluşmaktadır: 156 psikiyatri öğrencisi, 40 hukuk öğrencisi, 45 klinik psikoloji lisans üstü öğrencisi, 25 klinik psikolog ve 24 psikiyatrist. Bandı dinleyen bu gruplardan;

Psikiyatristlerin; %60’ı

Psikiyatri lisans öğrencilerinin; %30’u

Klinik psikologların; %28’i

Hukuk öğrencilerinin; %14’ü

Psikoloji lisansüstü öğrencilerin; %11’i

Bu kişide psikoz (Ağır ruhsal bozukluk) olduğu sonucuna varmışlardır. Bu araştırma daha önce saygın bir uzmanın tanısının algılamayı ne ölçüde değiştirdiğini ortaya koymaktadır. Ancak ilginç olan, saygınlık telkini öğrencilerin üzerinde az etkili olurken psikiyatrist ve psikologların üzerinde daha etkili olmuş ve vakayı daha fazla oranda yanlış tanımlamışlardır.

Başka bir araştırma ise Pasamaick’in yaptığı deneydir. Bu deneyde bir koğuşta yatan hastalarla iki yıldan fazla süre birlikte olan iki psikiyatristten biri, hastaların %22’sinde, diğeri %67’sinde şizofreni olduğu kararı vermişlerdir.

Gerek Rosenhahn’ın deneyi gerekse diğer araştırma ve deneyler psikiyatrik tanıların ne denli güvenilmez olduğunu ortaya koyması açısından önemli tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Tanı ve teşhisi bu kadar problemli olan bir bilim alanının tedavisi ise gerçekte daha büyük problemler taşıyacaktır.

Günümüzde bir bilginin “bilimsel” olduğunun önemli kanıtlarından birisi de uluslararası hakemli dergilerde söz konusu bilginin yayınlanmış olmasıdır. “Citation Index” olarak da ifade edilen ve psikoloji alanında yayın yapan bir dizi akademik derginin de içinde yer aldığı bu yayın organları, bilimsellik mührünü elinde bulundurmaktadır.

Sözü edilen bu uluslararası hakemli dergilerde, yayınlanan yazıların ne kadarı gerçek sahiplerine aittir? Bu soru, ilk planda, şaşırtıcı gelse de bugün, uluslararası saygınlığı olduğu ifade edilen ve bilimsel bilginin meşruluğunun bir bakıma zemini olan bu dergilerde yayınlanan yazılara, şüpheyle bakmamızı gerektiren açığa çıkmış, ürkütücü kanıtlar mevcuttur.

İngiltere’de yayınlanan Observer Gazetesi’nin 7 Aralık 2003 baskısında yer alan, Antony Barnett imzalı, bir yazıda, ilaçlarla ilgili “bilimsel” makalelerin yarıya yakınının ilaç firmalarının kadrolu hayalet yazarları tarafından yazıldığı vurgulanmaktadır.

Türkiye gibi bilgi üretmeyen, Batı’da üretilen bilgiyi; sadece kullanan ve aktaran bir ülkede, bu tür dergilerde yayınlanan yazıların bilimsel asalet göstergesi olarak kabul edildiğini düşünürsek nasıl bir bilgi terörü ile karşı karşıya olduğumuzu daha iyi anlayabiliriz.

Şimdi elinizde okuduğunuz kitabın içindekileri bir de bu gözle okuyun. Eleştirmeden önce, modern bilimin ve önerilerinin aslında ne kadar modern olduğunun ve olması gerektiğinin karşılaştırmasını yapın. Bilimin kabul ettiği verilerin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğine inanıyorum. Bu gözden geçirme işleminde baş danışman, ana kaynak elbette İslam’ın emirleri, önerileri ve ön görüleri olmalıdır. Bu açıdan Tıbbı Nebevi esas kaynaklarımızdan olmalıdır. Kâinatın yaratıcısının emir ve yasaklarının önemsenmediği hiçbir bilim-ilim ve yaşam tarzının istenilen sonuçlara bizleri ulaştıramayacağı kanaatindeyim. Modern bilim günümüzde adeta kâinatın yaratıcısını devre dışı bırakmaya çalışan ve bu amacına da ulaşmak için şike yapan taraf durumundadır. Kâinatın yaratıcısına rest çeken ve hüsrana uğrayan nice örnekler yaşanılan tarihte mevcut olmakla birlikte 20. yüz yılın başlarından bir örnek vermekle bu konuda iktifa etmek istiyorum.

 Titanic adlı dev geminin kaderini hatırlarsınız. İngiliz bayrağı taşıyan Titanic, 2227 yolcusuyla birlikte, İngiltere’den New Yorg’a gitmek üzere yola çıkmıştı. Gemiyi yapanlar “Titanic batırılamaz” diyorlardı. Kimi gazetelerin sayfalarında Titanic’i Tanrının bile batıramayacağı iddiaları dolaşıyordu. Gemi ilk yolculuğuna çıktığı 14 Nisan 1912 gününün bulutsuz bir akşam vaktinde, bir buz dağı ile çarpıştı. Feci kazada1522 kişi dondurucu sularda kaybolmuştu. Geminin batmayacağından emin olan yapımcıları, tüm yolculara yetecek tekneleri gemiye yüklemeyi gereksiz bulmuşlardı.

Sonuç mu? Malum…

@drktastan

Yorumlarınız bizim için değerlidir !