Köşe Yazılarım

“Doktor Bey, önceleri yaşadığım sıkıntıları hiç tanımadığım birine anlatma fikri kolay kabul edebileceğim bir şey değildi. Benim gibi herkese akıl hocalığı yapan birinin akıl alması takdir edersiniz ki pek de kolay bir şey sayılmaz. Ancak son dönemlerde kendimi tanıyamaz oldum. Her şeyden ve herkesten sıkılıyorum. Maddi bir sıkıntım yok. Pek de emin olmamakla birlikte beni sevdiğini düşündüğüm eşim ve 5 yaşında bir kızım var. Görünürde sağlığım yerinde. Ama ben kendimi iyi hissetmiyorum. Kaotik bir hal içerisindeyim.  Son zamanlarda artık kimsenin sorununu dinlemek istemiyorum. Branşımın Psikolojik Danışma ve Rehberlik olması yaşadığım sıkıntılara çözüm bulmama yardımcı olmuyor. Bu da beni daha zor bir duruma sokuyor. Yalnız sizden ricam öncelikli olarak ilaç tedavisi uygulamamanız. Eğer zamanınız müsaitse sizinle birkaç seans görüşmek ve konuşmak istiyorum. Bu zamana kadar hep dinleme makamında oldum şimdi de beni birilerinin dinlemesini istiyorum…”

Süreyya, insanlarla ilgili yaşadığı sorunlarını, o mekânda ve zamanda bir türlü bitiremiyordu. Birisi onun hoşuna gitmeyen bir şey söylediğinde, ya da yaptığında bazen günlerce hatta haftalarca o tartışma bitmiyor, aynı laflar, aynı olaylar zihninde defalarca tekrar tekrar canlanıyordu. Bu seyretmek istemediği bir filmi defalarca seyretmek gibi bir şeydi. Kendisini bozulmuş bir gramofonda, hep aynı yerde takılı kalmış bir taş plağa benzetiyordu.  Sanki bir kenarı çizilmişte hep aynı yerde takılı kalmış gibi. Defalarca dönüp dönüp hep aynı parçayı dinliyor ve plak hep aynı yerde takılı kalıyordu. Ne yaparsa yapsın takılı kalan yerden plağı ilerletemiyor, bu da onun öfke patlaması yaşamasına neden oluyordu.

Kısacası Süreyya’nın yaşadığı sıkıntı dual (ikili) bir etkiye sahipti, önce problemi gerçek hayatta yaşıyor sonra da defalarca zihninde yaşıyordu. Zihninde yaşadığı olay gerçekte yaşadığından daha dokunaklı ve acıydı. Çünkü gerçek hayatta yaşanan bir kez yaşanıp bitmesine rağmen, zihin sahnesinde defalarca senaryolaştırılıp seyir halini alıyordu. İşin en trajik yanı ise bu sahnelerin yönetmeni kendisiydi. Bununla birlikte sergilenen sahne hoşuna gitmemesine rağmen sahnelere müdahil olamayan acemi bir yönetmen gibiydi.

Bir yerlerde yanlış yaptığını bilmesine rağmen, o yanlışın adını koyamamak ve kendi iradesi ile üstesinden gelememek, işin ayrı bir sıkıntılı yanıydı. Oysa üniversite yılları ile meslek hayatının ilk dönemlerinde öyle miydi? Çevresi tarafından her sorunun üstesinden gelebilecek biri olarak tanınmıştı. Etrafında ki insanların adeta Güzin ablası konumundaydı. Onların sıkıntılarını aşmasında yardımcı olması, sorunlara makul ve mantıklı çözümler üretmesi onu Güzin abla konumuna getirmişti. Süreyya sık sık kendisini sorguluyor ve nasıl oldu da bu duruma düştüğünü anlamaya çalışıyordu. Süreyya’nın tabiriyle tüm bu sorunların üstesinden gelememesi, sonunda bana gelmesine neden olmuştu.

Aslında Süreyya’nın yaşadığı sıkıntılar hemen her terapist kimliğine bürünmüş insanların zaman zaman yaşayabileceği türden sıkıntılardı. Bir nevi sürmenarj kabilinden. İnsanların sıkıntılarını uzun süre dinleyen kişiler eğer empati yerine sempati yapıp birebir danışanının sıkıntılarını kendi bünyelerinde hissederlerse, ruhi alt yapı belli bir yerden sonra alarm veriyor ve bu verilen alarm duyulmazsa alt yapı çöküyordu. İşte Süreyya’nın yaşadığı da buydu.

“İnsanların gündelik yaşantılarında çok büyük problemlerle karşılaşmamalarına rağmen mutsuz ve huzursuz oluşuna sen de benim gibi çokça şahit olmuşsundur. Ben bunun nedenini kişinin ‘var oluşunun farkında olmamasına’ bağlıyorum. Buna kendi tabirimizle “Hasbel kader yaşıyor olma hali” de diyebiliriz. Kişisel gündelik rutinden çıkıp, hayal ettiği tarzda değişme ve yaşama isteğini yeniden kazanması  “var olmasının farkında” olmasının ilk merhalesidir. Ancak bu hal gerekli ama yeterli bir hal değildir. Bunu yalnızca dileyerek, çaba harcayarak veya bunalıma girerek yapamazsın. Bir insanı yaşadığı sıradan hayattan çıkarıp bazı gerçekleri göstermenin birçok etkili yolu vardır. Bunlardan biri ve belki de en etkilisi ölüm terapisidir. Ölümle yüzleşmenin çoğu zaman yoğun anksiyete oluşturabileceğinin farkındayım, ama aynı zamanda hayatı zenginleştirecek bir potansiyel de taşıdığını da biliyorum. Kansere yakalanmış bir hastanın bu konuyla ilgili bir yorumu beni derinden etkilemişti: ‘Nasıl yaşayacağımı öğrenmek için vücudum kanserle kalbura dönene kadar beklemek zorunda kalmam ne acı” demişti. Ölümle yüzleşene kadar nasıl yaşayacağımızı bilememek ve gereksiz kaygılarla bir ömrü heba etmek…”

Süreyya konuşmanın tam burasında:

“Doktor Bey, kusura bakmazsanız sizden bir kalem ve kâğıt rica edebilir miyim? Kanserli hastanın cümlesi beni çok etkiledi yazmak istiyorum, sizce mahsuru yoksa?”

…………

“Tolstoy’un destansı romanı ‘Savaş ve Barışı’ okumuşsundur?  Bu kitabın kahramanı Pierre idam mangasının karşısında ölümle yüz yüze gelir. Kendisinden yalnızca birkaç sıra öndeki adamın vurulmasından sonra cezası iptal edilir. Bu olaydan önce kayıp bir ruh olan Pierre bir dönüşüm yaşar ve romanın geri kalanında anlamlı ve coşkulu bir hayat yaşar. İşte aynen Pierre’nin yaşadığı bu şok halindeki dönüşüm gibi, ölümle yüzleşme birçok insanın hayatına yeni anlam katar. Ben hastalarımla yaptığım terapi seanslarında genellikle ölümle ilgili ne düşündüklerini sorarım. Birçoğunun cevabı tahmin edebileceğin gibi ‘korku’olur. Ve tam da burada sorarım: ‘Ölümün tam olarak nesinden korkuyorsun?’ Bunu yapmaktaki temel amacım genellikle terapi çalışmasını hızlandıran çeşitli yanıtların gelmesidir. Peki, Süreyya sen ölüm hakkında ne düşünüyorsun?”

“Herkes gibi ben de korkuyorum.”

“Bana tam olarak ölümün nesinden korktuğunu söyleyebilir misin?”

 “Bu zamana kadar yapmam gereken şeyleri yapmadığım ve yapmamam gerekenleri de yaptığım için ama en önemlisi yaşamak isteyip de yaşayamadığım tüm şeyler adına korkuyorum ölümden.”

“Ölüm korkun ile yaşanmamış hayat hissin arasındaki pozitif ilişki işte yüzleşmek zorunda olduğun asıl mesele. Başka bir deyişle hayat ne kadar yaşanmamışsa ölümden o kadar korkar insan ve o kadar mutsuz, huzursuz geçirir zamanlarını. Montaigne, insanın düşüncelerini keskinleştirmek için çalışma odasının mezarlığa bakması gerektiğini ileri sürmüştür. Çağlar boyunca büyük düşünürler bu ve benzer şekillerde ölümün fizikselliği bizi yok etse de, ölüm fikrinin bizi koruduğunu bize hatırlatmışlardır. Şu an benim sana hatırlattığım gibi.”

“Haklısınız ölüm hissi insana yoğun bir anksiyete duygusu yaşatıyor. Siz anlatırken ben öleceğimi düşündüm de galiba biraz fena oldum. Bu rahatsızlık hissi yalnız fiziksel acıdan kaynaklanmıyor, esas ölüm fikrinin beni rahatsız ediş nedeni, daha geride yapmam gereken birçok şeyin olması ve benim onları ihmal etme düşüncem.”

“Bir yıl ya da beş yıl sonra geriye dönüp baktığında taşıdığın yeni pişmanlıklar yüzünden aynı üzüntüyü yaşamamak için şu anda hayatında ne yapabilirsin? Başka bir deyişle pişmanlık duymadan yaşamanın bir yolunu bulabilir misin? Senden istediğim şey bu görüşmemizin sonunda eve gidince sakin bir kafayla bu sorunun cevabına odaklanman. Sorunun senin açından tatmin edici yanıtını bulana kadar da üzerince ciddi düşünmen. Birçok insan günlük rutin içinde öylesi gereksiz uğraşlar veriyor ki kendisini mutlu edecek, tatmin edecek şeylere zaman ayıramıyor. O kadar çok rutinde boğulmuşsun ki..”

“Galiba haklısınız. Ben hayatı öteliyorum. Bir de hayata hep aynı pencereden bakıyorum galiba, ne dersiniz?”

 

“ Bu konuda iki tespitte bulunmak istiyorum. Birincisi: İnsanoğlu elindekinin değerini ancak yitirince anlıyor. 1911 yılında Leonardo Da Vinci’nin Mona Lisa adlı tablosu Paris’teki Loure Müzesinden çalınır. Olaydan sonraki 2 yıl içinde tablonun duvarda boş kalan yerini seyretmek için gelenlerin sayısı tablo orada iken gelenlerden 2 misli fazladır. Anlayacağın yitirilince değeri artmıştır. Senin de sahip olduğun imkânların değerini ya onları kaybettiğini düşünerek ya da kendinin ölümünü düşünerek daha değerli bir hale getirebilirsin.

İkincisi: Bir nesneye uzun süre aynı yerden bakmanın, onunla uzun süre aynı tarzda bir ilişki halinde olmanın birçok tehlikesi var biliyorsun. Bunlardan biri de; insanın artık o nesneyi çok iyi bildiğini ve tanıdığını sanmasıdır. Bu kişide o nesne üzerinde egemenlik duygusu uyandırır. Zararlı bir durumdur bu. Bir yere sürekli bakan, kendinden emin olmaya başlar. Bu yüzden insan bir nesneye baktığı yeri zaman zaman değiştirmelidir. Senin konumun icabı hep danışılan pozisyonunda olman, ara ara danışman ve rahatlaman gerekliliğini ve ihtiyacını sana unutturmuş.   Yine iyi biliyorsun ki; insan kendisini tanımak istiyorsa kendisine başka yerlerden, farklı açılardan bakabilmelidir. Bu şekilde, kendisiyle ilgili taze, farklı, daha derin bilgiler elde edebilir. Galiba bu gün bunun ilk adımını attın ne dersin?”

“Haklısınız ilk adımı attım ama kabul edin ki en zor olan adım ilk adımdır.”

Süreyya ile ilk görüşmemiz tamamlanmış ikinci görüşme için randevulaşmıştık. Çıkarken ikimizi de tebessüm ettiren şu cümleyi söyleyerek çıktı odadan:

“A

ttığım bu adım insanlık için küçük ama benim için büyük bir adım oldu.”

@drktastan

 

Yorumlarınız bizim için değerlidir !