Köşe Yazılarım

II. Abdulhamit Han döneminde Meclisi Ayan üyesi olarak görev yapan Marko Paşanın (Asıl adı Marko Apostolidis) ilginç bir özelliği vardır. Kim gelirse gelsin dertli kişilerin sorunlarını sonuna kadar sabırla dinler ama yapılan hiçbir şikâyeti çözüme kavuşturmazmış. İnsanlar bu durumu bildiği halde, paşaya dert anlatmakta ısrarlıymışlar. Dertlerine derman bulunmasa da, sorunlarını dikkatle dinleyecek birilerinin bulunması onları rahatlatmaktaymış.

Dönemin meşhur operatörlerinden Cemil Topuzlu anlatıyor: “Marko Paşayla aynı okulda okuduk. O sınıf başkanımızdı. Öğrencilerin işi olduğu zaman “Derdini Marko’ya anlat!’ derlerdi.

Ben de dâhil bir derdim varsa gider Marko’ya anlatırdım. O beni dinler, sorunumu birkaç kere tekrar etsem de aynı cevabı verirdi. “Peki anladım… Ama ne söyledin?”

Marko paşanın tavrı ne kadar doğru tartışılır. Ama insanlara bir çözüm üretmese de sadece onları kaliteli bir şekilde dinlemesi özelliğiyle bile tarihin tozlu sayfalarında yer etmeyi başardıysa bir düşünmek lazım derim.

Günümüz insanının belki de en öncelikli ihtiyacıdır; dinlenilmek. Muhatabının kendini dinliyormuş gibi yapmasına değil, gerçekten dinlemesine ihtiyacı var. Yargılanmadan, eleştirilmeden ve belki de en önemlisi muhatabının her hangi bir beklenti içine girmeden kendisini dinlemesi...

Çünkü dinlenilmek, karşı tarafın seni önemsiyorum mesajını vermesinin ilk basamağıdır. İnsan ilişkilerinde paylaşımın en önemli göstergesidir. Ve aslında dinlenilmek insan ruhunun temel gıdasıdır.

Batı toplumu bu fırsatı aile çevresi ve yakın arkadaş ortamında yitirdiği için, terapiste onca para vererek kendisini sözünü kesmeden sabırla dinlesin diye terapi seanslarına gidiyor.

Bizde ise durum batılı toplumlar kadar olmasa da yavaş yavaş oraya doğru gidiyor. Eşimizi, çocuğumuzu veya çevremizdeki her hangi birini dinleyemeyecek kadar yoğun yaşıyoruz hayatı. İşin ironik tarafı çocuklarımıza eşimize ve ailemize daha iyi bir gelecek sunma adına, en sevdiklerimizi ihmal ediyoruz. Ve bu ihmal onları dinlememekle başlıyor. Sözün gümüş, sükûtun altın olması da belki de bu yüzdendir. Kim bilebilir?

Tevafuk bu ya bu yazıyı kaleme alırken aile efradımdan biri benle bir şeyler paylaşmak adına kendince önemli bir konu hakkında konuşuyordu. Bende şu anda meşgul olduğumu ve yazmam gereken konuya yoğunlaşmam gerektiğinden bahsettim. Bir an yazdığım konu ve yaptığım eylemin bir birleriyle ne kadar çelişkili bir hal aldığını görünce hem utandım hem de aklıma eskilerin güzel bir sözü geldi:

 “Kendisi muhtacı himmet bir dede,

 Nerde kaldı gayrıya himmet ede.”

@drktastan

Yorumlarınız bizim için değerlidir !